Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkiye, yalnızca siyasi ve hukuki bir dönüşüm geçirmemiş; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde, diplomasi alanında ve gizli servis yapılanmalarında da derin bir evrim sürecine girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde oldukça gevşek bir yapıya sahip olan istihbarat faaliyetleri, Cumhuriyet rejimiyle birlikte daha sistematik ve modern bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu geçiş sürecinde, devletin iç yapısı tam anlamıyla oturmadan önce, yeni yönetimin güvenlik açıkları yabancı istihbarat örgütlerinin dikkatini çekmiştir. Bu zayıf zemin, Türkiye tarihinin ilk ciddi casusluk skandalının da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Söz konusu olay, sadece bir bireyin hainliğiyle açıklanamayacak kadar karmaşık; uluslararası dengelerin, yabancı devlet çıkarlarının ve genç bir Cumhuriyetin direncinin çarpıştığı bir dönemeçtir.
İlk ciddi casusluk skandalı, 1927 yılında, Türk Genelkurmayı’nda görev yapan subayların, Sovyetler Birliği adına istihbarat topladıklarının ortaya çıkmasıyla kamuoyuna yansımıştır. Bu olay sadece bireysel ihanet olarak değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yaşanan güvenlik zafiyetinin ve ideolojik çatışmaların yansıması olarak da değerlendirilmelidir. İlgili subayların Sovyetler adına çalıştıkları iddiası, dönemin siyasi atmosferi, ideolojik kutuplaşmalar ve Türk-Sovyet ilişkilerinin kırılgan yapısı çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Bu nedenle, olay sadece bir casusluk vakası değil, aynı zamanda dönemin ruhunu, siyasal yapısını ve uluslararası ilişkilerdeki konumlanmaları da açıklayan çok yönlü bir hadisedir.
1927 Casusluk Skandalı: Detaylar ve Olayın Gelişimi
1927 yılında Türkiye, bir yandan yeni anayasasını oturtmaya çalışırken, bir yandan da dış tehditlere karşı askeri yapılanmasını güçlendirmeye çalışıyordu. Ancak bu dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde görev yapan bazı subayların, Sovyetler Birliği ile bağlantılı oldukları ortaya çıktı. Dönemin basınında “Ordu içindeki Bolşevik yapılanma” olarak lanse edilen olayda, üst düzey subayların Sovyet casusu oldukları iddia edildi. Olayın ortaya çıkışı, Ankara’da görevli bir subayın gizli belgeleri kopyalarken yakalanmasıyla başladı. Daha sonra yapılan soruşturmada bu subayın yalnız olmadığı, bir hücre yapılanmasının parçası olduğu ve üst düzey istihbarat belgelerini Sovyet ajanlarına ulaştırdığı belirlendi.
Bu subaylardan en çok dikkat çeken isim, Kurmay Yüzbaşı Mustafa Saffet Arıkan’dı. Arıkan’ın, 1923’ten itibaren Sovyet istihbaratı ile bağlantıya geçtiği, özellikle askeri planlar ve silah üretim projeleri hakkında bilgi sağladığı iddia edildi. Soruşturma ilerledikçe, bu istihbaratın Sovyet NKVD (daha sonra KGB olacak yapı) aracılığıyla Moskova’ya aktarıldığı ve bazı belgelerin Sovyet silah sanayisinin geliştirilmesinde kullanıldığı ortaya çıktı. O dönemde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında resmi olarak iyi ilişkiler olsa da, her iki taraf da birbirine tam anlamıyla güven duymuyordu. Bu durum, istihbarat faaliyetlerinin gölgede yürütülmesine olanak tanımış ve casusluk eylemlerini kolaylaştırmıştır.
Sovyetler Neden Türkiye’de Casusluk Yapıyordu?
Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki ilgisi, salt jeopolitik gerekçelere dayanmakla kalmıyor; aynı zamanda ideolojik motivasyonlara da sahipti. 1920’li yılların başında dünya genelinde Komünist devrimler yayılma potansiyeli taşırken, Sovyetler bu ideolojiyi Orta Doğu ve Anadolu topraklarına taşıma hedefindeydiler. Bu nedenle Türkiye, hem Batı’yla olan ilişkilerinden dolayı stratejik bir gözlem noktası, hem de halk hareketleri açısından ideolojik bir deney sahası olarak görülüyordu. Özellikle Sovyet istihbaratı, Türkiye’deki genç askeri yapılanma içinden ideolojik olarak sol eğilimli bireyleri saptamak ve onları kazanmak suretiyle hem bilgi toplamak hem de ileride kurulabilecek potansiyel bir devrimci yapı için zemin hazırlamak istiyordu.
Sovyet istihbarat teşkilatı NKVD, bu dönemde yalnızca askeri sırları değil; ekonomik bilgiler, dış politika kararları ve hatta iç güvenlik teşkilatının yapılanmasıyla ilgili detaylara da ilgi gösteriyordu. Türkiye’nin modernleşme sürecinde hangi batı teknolojilerini kullandığı, hangi askeri teçhizatları ithal ettiği, hangi ülkelerle müttefiklik ilişkileri kurduğu Sovyetler için hayati önem taşıyordu. Bu bilgiler, olası bir savaş ya da müdahale durumunda Sovyet ordusunun hazırlıklı olması açısından değerliydi. Bu nedenle, 1927 yılında patlak veren casusluk olayı, sadece bir güvenlik açığı değil; Türkiye’nin küresel güçlerin rekabetinde oynadığı rolü gözler önüne seren bir olaydır.
Casusluk Ağı Nasıl Kuruldu? Kimler Vardı?
Olayın açığa çıkmasıyla birlikte başlatılan soruşturmalarda, casusluk faaliyetinin sadece bir subayla sınırlı olmadığı anlaşıldı. Askeri Mahkeme kayıtlarına göre, bu subayların bazıları Sovyetlerin İstanbul’daki diplomatik misyonları aracılığıyla temas kurmuştu. Sovyetler, dönemin teknik olanakları düşünüldüğünde son derece sofistike bir yöntemle, mektuplar, şifreli haberleşme sistemleri ve sivil görevliler aracılığıyla Türkiye’deki ajan ağını besliyordu. Ayrıca Sovyet istihbaratı, sadece Türk subayları değil; aynı zamanda gazeteciler, bürokratlar ve hatta bazı üniversite hocalarını da etkilemeye çalışıyordu.
Bazı raporlara göre, Ankara’da görevli üç üst düzey subay dışında, İstanbul’da görev yapan bir emekli paşa da bu ağın içinde yer alıyordu. Bu kişilerin görevlerinden elde ettikleri bilgiler, kodlanarak elçilik personeli üzerinden yurt dışına çıkarılıyordu. Kodlama sistemleri dönemin olanaklarına göre oldukça gelişmişti. Bilgiler çoğunlukla kimyasal mürekkeplerle yazılıyor, kâğıtların içerisine gizlenerek zararsız gibi gösterilen kitap sayfalarına yerleştiriliyordu. Bu yöntem, özellikle İngiliz ve Fransız istihbaratının dikkatini çekmiş, daha sonra Türkiye ile bu ülkeler arasında istihbarat paylaşımı konusunda görüşmelere de zemin hazırlamıştır.
Dönemin Siyasal Atmosferinde Olayın Etkileri
1920’li yılların Türkiye’si, yeni rejimin yerleşmeye çalıştığı, muhalefetin henüz sindirilemediği ve sistemin kırılgan yapıda olduğu bir dönemdi. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın iktidarı mutlak görünse de, hem içerideki siyasi muhalefet hem de dış baskılar rejimi zorlamaktaydı. Bu nedenle 1927 casusluk olayı, sadece bir güvenlik krizi değil; aynı zamanda siyasal bir kırılma noktası olarak da görülmüştür. Devlet, bu skandalı büyük ölçüde kamuoyundan gizlemeye çalışmış, olayın basına yansıması mümkün olduğunca engellenmiştir. Ancak olaya dair sızan bilgiler, dönemin muhalefet çevrelerinde büyük bir yankı uyandırmıştır.
Özellikle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası çevresinde, olayın hükümetin dış politikada izlediği yönelimlerin bir sonucu olduğu görüşü hâkimdi. Bu çevreler, hükümetin Sovyetler ile olan yakın ilişkilerinin, istihbarat zafiyetine yol açtığını savunmuşlardır. Ancak hükümet bu suçlamalara karşı kendini “rejimin düşmanlarını ayıklama” süreci içinde olduklarını belirterek savunmuştur. Nitekim bu olaydan sonra Türkiye’de ilk defa ciddi bir karşı istihbarat çalışması başlatılmış, daha sonra Milli Emniyet Hizmeti (MAH) kurulmuştur. Bu yapı, ileride MİT’in temellerini oluşturacak ve Türkiye’de profesyonel istihbarat anlayışının ilk adımı sayılacaktır.
Türkiye’nin İstihbarat Politikalarında Dönüm Noktası
1927 casusluk skandalı, Türkiye’nin dış tehditlere karşı savunma mekanizmalarını yeniden değerlendirmesine yol açmış ve istihbarat alanında profesyonelleşmeyi zorunlu hale getirmiştir. Bu olay, aynı zamanda ülke içinde ideolojik temizliğin de başlangıcını oluşturmuştur. Rejim karşıtı her türlü düşünce, özellikle sol ideoloji, casuslukla ilişkilendirilmiş ve bu durum uzun yıllar boyunca devletin politikalarında belirleyici olmuştur. Özellikle askerî akademilerdeki ideolojik sorgulamalar, öğretim görevlilerinin ve subay adaylarının “rejimle uyumluluğu” temelinde değerlendirilmeye başlanmıştır.
Bu olay aynı zamanda uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin güvenlik kaygılarını artırmış ve Batı ile daha yakın ilişkiler kurmasına neden olmuştur. Her ne kadar olay Sovyetlere karşı yaşanmış olsa da, Türkiye’nin istihbarat açığını fark etmesi, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle istihbarat paylaşımı konularında yeni bir sayfa açılmasına neden olmuştur. 1930’lara gelindiğinde Türkiye, daha sağlam bir istihbarat altyapısına sahip olmuş, yerli casusluk faaliyetlerine karşı daha dirençli bir yapı kurmuştur. Bu yönüyle 1927 skandalı, Türkiye’nin istihbarat tarihindeki ilk büyük sınavı olmuş ve sonraki yılların yapı taşlarını oluşturmuştur.
1. Zürcher, Erik Jan (2004). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi.
Zürcher, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemindeki iç ve dış politik gelişmeleri kronolojik bir sırayla ele alır ve özellikle 1920’li yıllardaki siyasi krizleri detaylandırır.
2. Ahmad, Feroz (1993). The Making of Modern Turkey.
Bu kitap, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yaşanan siyasal olayları, istihbarat yapılarının gelişimini ve dış ilişkilerle olan bağlantılarını değerlendirir.
3. Cumhuriyet Arşivleri (T.C. Devlet Arşivleri Başkanlığı)
1927 casusluk olayı ile ilgili belgelerin bir kısmı arşivlerde yer almakta, ancak bazı belgeler “devlet sırrı” kapsamında hâlâ erişime kapalıdır.
4. Şimşir, Bilal (1983). Atatürk ve Yabancı Devlet Temsilcileri.
Diplomatik ilişkiler ışığında casusluk olaylarını inceleyen bu çalışma, Sovyet-Türk ilişkilerinin perde arkasına dair önemli bilgiler sunmaktadır.
5. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi (1927)
Olayın yansıması ve Meclis’teki tartışmalar hakkında doğrudan bilgi veren tutanaklardır.